Ben bir yaprak, sürükleniyorum akan suyla. Hiçbir mukavemet
yok. Ama yaprağın zihni itirazlar, isyanlarda. Ölüm oruçlarına bir kez daha
şahit olmaya, farklı düşünen insanların alanlarının kısıtlanmasına, yaşam
tercihlerimizin kısıtlanmasına, kendim ve sevdiklerim için insanlığın bize verebildiklerine,
bu yalnızlığa ve çaresizliğe isyanlardayım. O kadar kendi ölçeğimin dışında
düşünemiyorum ki yapabileceğim hiçbir şeyin değişimi getirebileceğine ihtimal
vermiyorum. Ama gene de yazıyorum. Demek ki tamamen bitmiş değil inanç! Belki
böyle, bir başkasının da dikkatini çekip yazdıklarıma bir yorum bırakacak biri,
ben bir etkileşim yarattım diyeceğim, daha çok yazacağım, bir başkasının da dikkatini
de çekeceğim, buyrun emniyete diyecekler, korku çemberi, hop! Gene de çemberi
burada kırıp devam ediyorum:
Açlık grevinin devam etmesini istemiyorum. Grevcilerin
talepleri olan Abdullah Öcalan’ın tecridinin bitmesi ile anadillerinde savunma
haklarının verilmesinde ne beis olabilir, bana göre hiç. Bir devlet görevlisi
diyebilir ki “Öcalan İmralı’dan örgütü yönetiyordu, biz bunun devam etmesine
izin veremezdik”. Peki 2011 yaz sonundan
beri tecritte Öcalan ve örgütünü “yönetemiyor”. Daha mı iyi oldu? Ölen asker ve
PKK’lı ne kadar çok… Öcalan 30 yıldır bir hareketin lideri, nefret edersin o
ayrı, ama dikkate almak zorundasın. Alıyorsun da aslında; o zaman bu
ikiyüzlülüğü sırf ölüm orucundakiler kurtulsun diye sürdürmesen ne olur? Çok
iyi olur, çok değerli bir adım olur “insan için devlet” anlayışında atılmış.
Ben kutsal devlet, insan hayatının üstünde devlet kavramlarından nefret
ediyorum, tahammül edemiyorum. Böyle bir devlet istemiyorum.
Ölüm oruçlarına başvurmanın da çok kolay olmaması
gerektiğini yazıp söyleyenler de var, bu seferki oruçlarının dayanaklarının çok
savunulabilir olmadığını düşünenler. Aslında ben de buna inanıyorum:
Yaşamsallığın tehditteyse başvurmalısın.
2000’deki direnişçiler F tipine karşı direnirken yaşamları için
direniyorlardı. Zaman zaman Mahmut Alınak’ın Radikal Pazar’da hücresini
anlattığı yazılarını içim kan ağlayarak okuyorum, böyle bir cezaevi hiçbir
canlıya reva değil. 2000’deki direnişçileri haklı idi. Ancak bu seferki orucun
sebepleri benim için yaşamsal değil,
gelin görün ki oruçtakiler için yaşamsal. Kimse kolay kolay tatlı canından
vazgeçmez. Hal böyleyken oruçlara, sanki kolay bir şeymiş gibi, blöf nev’inden
yatıldığını söylemek de haksızlık değil mi?
Ben nasıl bir devletle gurur duyardım biliyor musunuz?
Şartsız koşulsuz seven bir anne gibi, “Sizin isteklerinizi duydum ve anladım,
ancak bu isteklerden şunu yapabilirim ve yapacağım ancak şunu yapamıyorum;
sizin zarar görmenizi de istemiyorum. Oruçlardan vazgeçmenizi istiyorum,”
diyebilecek bir devletle. Akabinde de daha önceki ölüm oruççularıyla çalışıp
tecrübe kazanmış hekimlerle ölüm oruççularına destek olan, oruçlardan dolayı
oluşmuş sağlık problemlerinin çözümünde hastalara yüzde yüz sigorta koruması
veren ve onların toplum hayatına katılmaları için elinden geleni yapan bir
devletle gurur duyar ve o devlet için herşeyi yapardım. O zaman benim olurdu
işte… Belki oruççular da tüm taleplerini elde edememiş olacak ama kendileriyle
farklı bir paradigmadan ilişki kuran bu devlet karşısında var olduklarını
hissedecekler. Hayali bile güzel değil mi?